Sektörü de ülkeyi de kadınlar ve hak, adalet bilinci değiştirecek

Türkiye’de kadın cinayetlerinin sembolü haline gelmiş Bergen’in biyografisini yıllar süren titiz bir çalışma ve kadın temsillerine, şiddete duyarlı bir bakış açısıyla perdeye aktarıp milyonlarca izleyiciye ulaşan “Bergen”in yaratıcı yapımcısı Mine Şengöz ve Orchestra Content, yeni ve güçlü gerçek hayat hikayelerine yoğunlaşan projelerle karşımıza çıkmaya hazırlanıyor. Bir süredir birlikte çalıştığım yapımcıyı, ‘norm’un dışında kalan kadın hikayelerini ve ötekileştirilmiş kimlikleri hayata geçirme çabasının yanı sıra emeğe ve içerik üretimine gösterdiği özenden ötürü de değerli buluyorum. Mine Şengöz’le kendi yapım serüveninden film ve TV sektöründe kadınların mücadelesi ve sektörün geleceğine uzanan kapsamlı bir sohbet yaptık.

Mine Şengöz, Zehra Çelenk.

Merhaba. Sen aslında yıllardır setten yazarlığa sektörün aktif biçimde içinde yer alan birisin. Ama Bergen’in hem ulusal hem de uluslararası düzeyde büyük bir başarı gösterdiği dönemde bile isminin pek öne çıkmadığını görüyoruz. Bu söyleşi öncesinde taradım, seninle yapılmış bir söyleşiye bile rastlayamadım. Bu kadar geride durmanın sebebi ne?

Ben bir kamera arkası insanıyım, kelimenin tam manasıyla. Şu ana kadar hep inandığım hikayelerin peşinden gittim. Başta Bergen, hiçbiri de kolay işler değildi. Hatta bu tanımı kullanmaya alıştık ama “iş”in çok ötesindeydi hepsi. 34 yıl önce bir erkek tarafından katledilmiş, katili hala hayattayken yeni kuşakların biz filmi yapana kadar adını bile duymadığı, trajik biçimde yarım kalmış bir kadının hayatını, erkenden sönmüş büyük bir yeteneği gün yüzüne çıkarıyorsunuz. Böyle bir şey yaparken kendi adımı öne almak zaten amacıma çok ters. Kendimi olabildiğince geride, “mutfakta” tutmalıyım ki artık ses veremeyecek olanın sesi bütün yankısıyla duyulabilsin.

Aynı zamanda ben bu işlerin kolektif yanına çok inanırım. Herkesin yükü farklı olsa da birçok insanın emeğiyle hayata geçiyor filmler, diziler. Bu anlamda da hak yememeyi önemsiyorum. İyi bir hikâye layığıyla ortaya çıksın ve kendini gösteren o olsun, ben değil. Sanırım bu düşünceyle geride durmayı hep tercih ediyorum.

Bir süredir “Orchestra Content” bünyesinde projelerini hayata geçiriyorsun. Bu isimden bahsedelim, sence “yapım şirketi” değil “içerik şirketi” olmanın önemi ve farkı ne?

Bu aslında dünyada çok yaygın, bizde yeni gelişmeye başlayan bir yapım anlayışı ve biz de Türkiye’de bu alanda ilkiz. Türkiye’de sinemadan televizyona her yerde kısa vadeli eğilimlere yaslanarak projeleri tasarlayıp hayata geçirmek gibi bir alışkanlık var. Bunun etkilerini de birbirini tekrar eden, bazen usandıracak kadar benzer içeriklerle görüyoruz. Ya da kâğıt üzerinde iyi ama gerekli ön hazırlık süreciyle hayata geçirilmemiş, bu nedenle de heba olan iyi fikirlerle karşılaşıyoruz sürekli.

Bir ana akım kanaldaki yöneticilik görevim sırasında kanala önerilen projelerin hiçbirinin yeterince detaylı ve özenli biçimde tasarlanmadığını gördüm. Bunun giderek sektör için daha büyük sorun haline geleceğini öngörerek kanaldan ayrılıp bu arayışa girdim. Daha dijital platformların da ortada olmadığı bir dönemde amacım şuydu: Finalini bildiğimiz, karakter analizlerinden olay örgüsüne çok iyi tasarlanmış, en azından ilk 6 bölümünün çok detaylı tretmanının, castın yanı sıra sanat, kostüm tasarımlarının yer aldığı evrensel açıdan kitabına uygun projeler yaratmak. Bu amaçla “Orchestra Content”i Türkiye’nin ilk içerik şirketi olarak 2012’de kurdum.

Biyografi gibi alanlar zaten büyük bir çaba ve danışmanlığından hukuki süreçlerine ve yazımına dek uzman, yetkin bir kadroyla uzun süre çalışmayı gerektiriyor. Tabiri caizse “göç kervanı göç yolunda düzülür” anlayışını tasarımdan başlayarak yıkan büyük projelerle ve içeriği her şeyin önüne koyan bir anlayışla yola çıktık, devam ediyoruz.

Sadece sinema ve televizyonu değil, tiyatroyu da kapsayan çoklu bir içerik anlayışımız var. “Orchestra Theatre” da faaliyette mesela. “Bir Terennüm” adlı oyunumuz aylardır gösterimde. Müzikli oyunlar başta olmak üzere yeni ve özgün tiyatro projeleri yolda.

Bergen, (2022).

KADIN HİKAYELERİ, ‘ÖTEKİ KİMLİKLER’ VE TOPLUMSAL HAFIZA PROJELERİMİZİN ORTAK NOKTASI

“Bir Terennüm”ü birkaç gün önce izledim ve çok beğendim, emeği geçen herkesin eline sağlık. Sinema, TV, dijital platformlar, tiyatro… Akla gelebilecek bir soruyu sorayım: Bu kadar çok alanda birden faaliyet vermek bir dağılmaya yol açmıyor mu, nasıl başa çıkıyorsun hepsiyle birden?

Bunların hepsi kolektif işler ve biz içerik üreticisiyiz. Hem kök bir ekibimiz var hem de her proje için doğru insanları bulup onlarla çalışıyoruz. Mesela tiyatroda Şebnem Sönmez süpervizörlüğünde içerik seçimi yapılıyor. Bir de senin başta dediğin gibi zaten, hepsinin arkasında belirli bir “bakış açısı” var. Bunlar soyut düzeyde bir araya gelip ayrıca bir hikâye oluşturuyor, bir puzzle tamamlanıyor aslında.

Mesela “Bergen” bizde belki ilk kez şiddeti hiç romantize etmeden, aşk sosuna bulandırmadan anlatılmış bir kadın cinayeti hikayesi. Çok yetenekli bir kadını toplumsal hafızada olması gereken yere yerleştirme çabası, bir nevi onun yok olan hayatının öcünü alma… Benim belki de en büyük inadım Bergen… “Bir Terennüm” bambaşka, adı gibi alçak perdeden giden bir oyun ama orada yine hem bireysel hem toplumsal hafıza başrolde. Seninle dijital platform için çalıştığımız Emine Adalet Pee mesela, “Türkiye’nin Mata Hari”si deniyor, Cumhuriyet yıllarından çıkmış büyük bir oryantal, dansçı kadın ve öyle bir hikâye ki içinde tüm görkemi ve zorluklarıyla gösteri dünyası var, inanılmaz bir casusluk hikayesi var. Orada da henüz Şaziye Karlıklı, bizim öykümüze temel olan eserini yazma aşamasındayken fikrini duyduğumda çok heyecanlanmıştım; kitabın yazılma sürecine de o heyecanla baştan katıldım. Ferdi Özbeğen filmi çalışıyoruz, tüm mütevazılığına rağmen bir döneme damga vurmuş bir sanatçının o başarı ve alkışın arkasındaki, “öteki kimlikler”inden kaynaklanan yalnızlığını anlatacağız orada da. Tabii ki şu ara büyük heyecanım Bülent Ersoy projemiz yola çıktı. Sesiyle, sahne aurasıyla, varoluşunun her parçasıyla benzersiz bir divanın gerçek hikayesi, bilinmeyen yönleriyle ilk kez perdede olacak. Şu an türlü nedenlerle bahsedemediğim, yakında duyuracağımız başka birkaç projemiz daha var yolda…

İnandığımız içerikleri, hikayeleri seçerek ona uygun tür ve format içinde hayata geçiriyoruz. Böylece ortaya çıkan ürünlerin tümü de dünyaya ilişkin bir bakış, bir “söz” içeriyor.

Mine Şengöz

Tüm bu platformlar içinde sinema aşkın biraz daha önde ama değil mi, hep hissettiğim o?

Evet. Televizyonu ve dijital platformları çok önemsiyorum. Ama ben çocukluğu Çanakkale Gümüşçay’da anneannesinin yazlık sinemasında geçmiş biriyim. O sinema her gün tıka basa dolardı ve ben de orada leblebi tozu, gazoz satardım, kuzenlerimle beraber. “Bergen” turne tanıtımlarında kullandığımız kamyonetlerdeki hoparlörlerden hani, akşamki programı açıklayan tip bendim aslında. Ertesi gün de meydanda çocukları etrafıma toplar bir gece önce izlediğimiz filmi onlara sahne sahne anlatırdım. Sinema aşkıyla yola düşmüş biriyim ve bu özümü hep koruyorum. Bu nedenle de kendi uzun vadeli projelerimizle uğraşırken inandığım bir sinemacı dostuma destek olarak Çağan Irmak’ın “Sevda Mecburi İstikamet”ini de yaptık. Vizyona girince otizmli çocukların ailelerinin de sesi olmuş farklı bir hikâye, mutluyum bunu yapabildiğimiz için. 

Günümüzde değişen seyirci alışkanlıklarından çok zor bulunan desteğe, en zoru sinema yapmak. “Salon”da film izleme alışkanlığını da mümkün her platformda sinemayı da hep destekleyeceğim. Ki Bergen’in başarısı aslında sinemanın büyüsünü, başkalığını hiç yitirmediğini gösterdi zaten başlı başına.

Son günlerde Bergen’in ortak senaristleri Yıldız Bayazıt ve Sema Kaygusuz’la “davalık” olduğunuz haberleri düştü gündeme. Çarpıcı bir kadın hikayesini anlatan üç kadının yan yana durduğu, çok hoş bir tablo vardı film ortaya çıktığında. Her iki tarafta da yaratıcı, üretken kadınlar olduğu için bu mesele üzücü geldi. Olaylar nasıl bu hale geldi peki sana göre?

Aslında hiç bahsetmek istemiyorum çünkü tam o bahsettiğin tabloya verdiğim önem nedeniyle kendi adıma çok kırgınım. Ama bir yandan da haber olmuş, hakkımda açılmış bir dava tabii bir söz hakkı doğuruyor. Bergen’in hikayesi yıllar önce aklıma düşmüş bir projeydi. Ki her aşaması çok zor oldu, katilin tehditleri altında yapıldı baştan sona o iş, işte biliyorsun. Biyografinin başka da bin türlü zorluğu var, hele ardında Türkiye’nin en bilinen kadın cinayeti varsa. Varislere ulaşmak, onlarla ve olayın tarafları, tanıklarıyla defalarca röportajlar yapmak, arkeolojik bir kazı titizliğiyle senaryodan önce gerçek hikâyeyi, gerçek Bergen’i ortaya çıkarmak gerekti ki yıllar alan bir süreç. Burada yol arkadaşım olarak gördüğüm Yıldız Bayazıt’ın da emeği büyüktür. Yıldız’la birlikte yaptığımız uzun bir hikâye ve tretman aşamasından sonra ise bir edebiyatçı olarak kalemini beğendiğimiz Sema Kaygusuz’u da ekibimize dahil ettik. Kendim de işin aynı zamanda yazım, tasarım kısmında olduğum için hem yazarları çok önemserim hem de kadın yoldaşlığını çok değerli bulurum. Sözleşmeler yapıldı, uzun bir süreçte herkes hakkını aldı, hepsi de ortada. Filmden sonraki mutluluk fotoğrafları da bunu gösteriyor zaten.

Sen de gayet iyi bilirsin ki senaryo kilitlenip çekim aşamasına geçildikten sonra bile, sahada hala yapılması gereken revizyonlar olur. Bu süreçte senaristlere ulaşamadık. Yıldız’ın bunun için çok geçerli bir sebebi vardı ama Sema’ya hiçbir şekilde ulaşamadık. Bu nedenle çekim esnasında bazı sahneleri bizzat revize etmek hatta baştan yazmak zorunda kaldım. Drama ekibimiz aracılığıyla Yıldız’a onaylatarak çektik bunları.

Buna rağmen film ortaya çıktığında projenin tasarımcısı olarak kendi adımı senaryo kısmına yazmayıp öykü ve tretmanda tutmayı tercih ettim. O alanı arkadaşlarıma, kadın yoldaşlarıma bırakmayı tercih ettim. Senarist olarak sadece Yıldız ve Sema’nın adları yazıldı ve maddi manevi tüm hakları da rahatlıkla kanıtlanabilecek şekilde teslim edildi. Bergen senarist sözleşmesi piyasaya emsal gösterilecek bir sözleşmedir. Bunlara rağmen nedense memnuniyetsizlik bitmedi…

Bergen’i yaparken “adım onun önüne geçmesin” diye çok uğraştım, çok hassas davrandım. Devamında da yaptığımız filmlerin tanıtımlarında bunu öne çıkarmamaya gayret ettim. Sanıyorum ikilinin yeni bir projeye giriştikleri süreçte, üzülerek söylüyorum “ticari nedenlerle” beni de es geçip kendilerini Bergen’in yaratıcıları olarak lanse etmelerine gösterdiğim tepki üzerine böyle bir husumet oluştu. Bu da son derece dayanaksız bir davaya dönüştü. Film sürecinde gösterdiğimiz, kendi adıma ve Bergen’in hatırası adına oldukça değerli olduğuna inandığım kadın dayanışmasının böyle bir karşılık bulması çok üzücü. Bundan sonrası için hukuki yollarla cevabımızı vereceğiz…

Olayın paydaşı, tarafı olmadan yorum yapmayı doğru bulmuyorum. Sadece o başta gördüğümüz güzel tablo daha fazla incinmeden bu anlaşmazlıkların hakkaniyetli biçimde çözülmesini dilerim. Kadın gücü ve dayanışması bu hâlâ erkeklerin egemen olduğu sektör açısından çok önemli çünkü…

Buradan biyografi meselesine dönmek istiyorum. “Gerçek hayattan uyarlanmıştır” ibaresi, özellikle terapi dizileriyle beraber başlı başına ilgi çekici bir unsur olarak kullanılıyor yakın dönem dizilerinde. Bununla biyografi, kurmaca biyografi arasındaki farkı nerede görüyorsun?

‘GERÇEK HAYAT’ İBARESİ BİR MARKADAN ÇOK BİR SORUMLULUĞU İFADE ETMELİ

Gerçekliğin ve deneyimin bu kadar değer yitirdiği günümüzde “gerçeklere dayanmak” ifadesi elbette izleyiciye çok cazip geliyor. Bunu hakkıyla yapan diziler de var, mesela uğradığı ağır sansür ve cezayı kendi adıma da çok kınadığım “Kızılcık Şerbeti” dizisi. Ne kadarı gerçek hayat hikayelerinden alınma bilmiyorum ama sonuçta toplumsal gerçekliklere temas etti ve bu da birilerini rahatsız etti. Şükür bu hatadan dönüldü, ekranlara geri dönüyormuş, sevindim.  

Bunun gibi örnekler dışında “gerçek hayattan esinlenmek” ile biyografik hikayeler yapmak, bambaşka alanlar. Kurmaca biyografide adı sanıyla muhtemelen artık hayatta da olmayan birini hayata geri çağırıyorsunuz, büyük bir sorumluluk bu. Elbette bir yapımcıyım, kazanmayı da, yeni projeleri hayata geçirecek birikimi de isterim. Ama ben “gerçek hayat” ibaresinin “marka” yanı ya da ticari kısmından çok, öncelikle bu sorumluluğun bütün özeniyle hayata geçirilmesini önemsiyorum.

Bergen (2022). 

Tekrar Bergen’e dönmek istiyorum: Kadın cinayetlerine ilişkin çok yaygın tutum olan mağduru suçlama eğilimiyle karşılaştı o hikâye de: “Kadınlar niye böyle psikopat adamları seçiyor?” “E onlar da kendini korusun…” gibi. Filmin beni en çok etkileyen yanlarından biri, bu süreci hiçbir biçimde romantize etmemesi ve bir aşk filmi olmaması.

Evet yani, hikâyeyi o biçimde ele alırsanız kastedilen o oluyor: “Aslında bu Bergen’in suçu.” Neden bunu yaşamış olmasına rağmen sürekli geri dönmüş?” E işte “su testisi su yolunda kırılır” üzerinden anlatılması tercih ediliyordu bu hikâyenin. Biz de bu konuda bir direnç gösterip kendi istediğimiz yönde anlatmayı seçtik ve bu nedenle dört yıl oldukça ağır geçti. Bergen gibi bir kadının hikâyesi, acıma duygusuna seslenerek, sadece o mağduriyetler üzerinden anlatılsaydı belki yine izleyici ilgisini kolayca yakalardı. Etrafında da bu kadar tartışma dönmezdi. Ama bu bizim anlatmak istediğimiz hikâye olmazdı ve gerçek Bergen’i de yansıtmazdı.

 Çubuğu bu kadar tersine büktüğü halde filmin gişede bu kadar başarılı olmasını neye bağlıyorsun peki?

BERGEN FİLMİNİN YAPIM SÜRECİ BİLE ERİL ŞİDDET KÜLTÜRÜYLE MÜCADELE SÜRECİDİR

Hikayeyi ele alış biçimindeki inadınız, gerçek hayatta da bunun bir karşılığı olduğu için, seyirciye geçiyor kesinlikle. Daha önemlisi de projeyi gerçekleştirme sürecinde benim ve arkadaşlarımın gördüğümüz şiddet, toplumun da buna tanık olmuş olması… Herkesin gözü önünde tehdit edilmemiz, failin televizyonlara çıkıp “o filmi yapamazsın” demesi falan. Sosyal medyada da bunu herkes gördü, üzerine herkes konuştu. Yani “yalnız değilsiniz” tablosu doğdu doğrudan. Buna çok inanıyorum. Hem Bergen’le hem de bizimle özdeşleştiler ve bize de sahip çıktılar. Yani aslında yapım sürecinden başlayarak bu film erkek kültürle, Bergen’in katiliyle de mücadele ederek kadın hareketi içinde de toplumda da bir yer buldu. Ortaya çıkan filmin tavrı da buna paralel olduğu için, vizyona girdiğinde de bu tutum hayal kırıklığına uğramadan güçlenerek ilerledi. Film gösterime girdikten sonra da katlanarak devam etti bu şiddet, kaldı ki. Adana’da, Kozan’da belediye yasakladı. Tüm bunlar desteği de güçlendirdi.

Peki, piyasaya kendini kabul ettirmiş güçlü bir kadın yapımcı olarak, “artık” eril şiddetten muaf olduğunu söyleyebilir misin? Bir başka deyişle, güç, statü, kendi yolunda yürüyen bir kadını korumaya yetiyor mu sence?

Kesinlikle hayır. Ne statü, ne güç, ne pozisyon… Elbette ki sınıfsal ya da insanı görece daha korunaklı kılan yanları var bunların. Ama nerede ve kim olursan ol bir kadın olarak asla erkek şiddetinden de, tacizden de, toplumsal baskıdan da muaf kalamıyorsun. Eksik etek muamelesi de görüyorsun, mansplaining de hala yapılıyor. Her birinin o kadar çok örneğini yaşadım ve yaşıyorum ki… Bununla başa çıkmanın tek yolu bence bir kadın voltranı oluşturmak, birbirimize inanabilmek, dayanabilmek ve destek olmak.

Önümüzdeki seçimler herkesi bir yandan da oldukça politik bir yerden ses vermeye zorunlu kıldı. Daima cesur projeler seçmiş bir kadın yapımcı olarak bu konuda neler söylemek istersin?

Ben politikayla gündelik açıdan hiç iç içe bir insan değilim ama günümüzde sanat da, üretim de her şey de elbette bir yanıyla politik. Artık ortada çekinecek, sözü esirgeyecek bir durum olduğunu düşünmüyorum. Bu önümüzdeki seçimler kadınlar, çocuklar, LGBTI+lar ve bu baskıcı eril düzenin tehdidi altındaki herkes için hayati önemde. İstanbul Sözleşmesi’ni geri almalıyız, 6284 mutlaka korunmalı. Salt kendimiz için değil gelecek nesiller için de sorumluluğumuz bu. Hem kendi hayatımıza sahip çıkmayı hem de geleceğimizi seçeceğiz. Bu seçimler açısından çok net bir tablo ve sorumluluk bu. Sektörü de ülkeyi de kadınlar ve hak, adalet bilinci değiştirecek…

#Sektörü #ülkeyi #kadınlar #hak #adalet #bilinci #değiştirecek

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.