Kolektif yaslarımız: Özlenen bilse, yokluğundan utanır

Her ne kadar Nazım Hikmet “en fazla bir yıl sürer, yirminci asırlarda ölüm acısı” dese de, rivayete göre insan sevdiğini kaybedince yüreğinde kırk tane mum yanarmış. Her geçen gün o mumlardan biri daha sönermiş. Ta ki kırkıncı muma gelene dek. Kaybın acısı hiç unutulmasın diye o mum ebediyen kalırmış.

Hrant Dink, bugün, 15 yıl önce öldürüldüğü yer olan Agos Gazetesi’nin eski çalışma ofisi önünde ve onu seven, onu ve daha nice ürkek güvercini yüreğinde hisseden, kırkıncı mumun ışığını hep diri tutanlar tarafından anılacak.

Sevgili eşi Rakel Dink’in geçtiğimiz yıl yaptığı konuşmada söylediği gibi, “Burası, kardeş olmayı öğrendiğimiz yer, acıları paylaşma, yüzleşme, yüzleştirme yeri oldu. Adalet ve doğruluk arayanların, isteyenlerin bir araya geldiği yer oldu”.

Gerek Dink, gerek Uğur Mumcu, gerek Tahir Elçi, gerekse Çorlu tren faciası veya Soma maden felaketi, Türkiye’de toplumsal yas ve kolektif belleği harekete geçiren, bir ortak vicdan muhasebe defteri haline gelen güçlü simgeler oldular. “Daimî yas” denen bu durumda kaybın üzerinden uzun zaman geçse de, toplumun vicdanındaki “kayıp imgesi” halen aktif biçimde duruyor. Yas birçok açıdan dönüşüyor, toplumu eğitiyor, kayıp normalleştirilmeksizin kaybın toplumda doğurduğu boşluk anlamlandırılıyor, kayıp yaşayan ailelerle kocaman bir aile kuruluyor ve hüzün ortak paydası üzerinden o aile sürekli genişliyor, büyüyor.

Kayıpların ardından yasa konu olan kişi adına yapılan anma törenleri, kurulan bellek mekanları ve vakıflar, yazılan biyografi kitapları, ismini yaşatmak adına verilen burslar, etkinlikler, adına açılan parklar, dikilen anıtlar, ismi verilen kürsüler bir yandan topluma dayanma gücü verirken, diğer yandan yokluğun kalıcılığı tüm soğukluğuyla aslında karşımızda duruyor.

Anmaların ilk yıllarında toplanan binler, zamanla yüzlere bırakabiliyor yerini… Çünkü bizleri bölen, ayrıştıran her şey, ideolojiden dine, etnisiteye dek her şey aslında kolektif yası da bölüyor; siyaset de buna en elverişli zemini sunuyor, yası bireysel düzeyde tutmak makbul sayılıyor.

Travmatik bir kaybın ardından kişilerin de toplumların da kalplerinde açılan yaranın canlı tutulması, yakınını kaybeden aileler ile söz konusu kişiyle belki hiç tanışmamış, karşılaşmamış ve hatta bu trajik ölüme dek ismini bile işitmemiş kişiler arasında ortak bir acı üzerinden anonim bir yakınlaşma kurulması, “yalnız değilsin”, “artık asla yalnız yürümeyeceksin” mesajı verilmesi onarıcı bir etki açısından oldukça değerli. Çünkü bir toplumsal eşitlik noktası haline gelmesi beklenen acılar aslında Aşil topuğumuz ve en zayıf noktamız…

Antropolojik temelleri çok güçlü olan bu kamusal ortaklıkta yaralar bizi kâh birleştirebiliyor, kâh kutuplaştırıyor, hatta siyasi kazanç malzemesine dönüşebiliyor. Bir kaybın ardından yaşadığımız dehşet ve çaresizlik duygusu, başka bir kesim tarafından bizim “ötekileştirilmemize” yol açabiliyor ve hatta ne kadar güçlü olsa da vatan sevgimiz, milliyetimiz sorgulanır hale geliyor.

Ancak, kaldırımı kırmızıya boyayan, Türkçe ve Ermenice harflerle “Hrant Dink burada öldürüldü” yazılı mermer taşa konu olan kan, orada tek başına sahipsiz kaldığı sürece, toplumsal bellekte daha nice kuşağa aktarılan bir travma haline geliyor. Dolayısıyla, bu yas sürecinin siyaset üzerinde dönüştürücü gücü, ancak kaybın anımsanması ve bu kayba yol açan karanlıkla mücadele edilmesiyle olanaklıdır.

Sevgili eşini trajik bir şekilde bir fail-i meçhul cinayet sonucu yitiren sevgili Şengül Hablemitoğlu, yas danışmanlığı konusunda son dönemde birçoğumuza farklı ufuklar açmış birisidir. Birçok açıdan kendi yasıyla başa çıkma sürecini bilimsel bir çerçeveye yerleştirerek benzer bir patikadan geçenlere rehberlik ediyor. Ona göre ortak anmalar, her ne kadar zaman zaman “devlet karşıtlığı” ile yaftalansa da, geride kalanlar için yaraları saran bir etkiye sahip.

Sanki hiçbir şey olmamış gibi, basın tarihimizin gelmiş geçmiş en başarılı araştırmacı gazetecilerinden birinin uzuvları, bomba ile patlatılan arabasının yüzlerce metre ötelerine saçılmamış gibi davranmak… Ermeni toplumunun içinde uzlaştırıcı diliyle her kesime sağduyu ve kardeşlik telkin eden, önyargıların kökünü kazımak adına diyalog çağrılarında bulunan, Anadolu’nun tüm gelenekleri ve insani değerlerini kalbinde ve dilinde yaşatan, ama hep de yanlış anlaşılıp hedef gösterilmiş bir aydının başına üç kurşun sıkılıp beyaz bir kağıtla örtülen cansız bedeni hepimizin belleğine kazınmamış gibi davranmak… Mümkün mü? Kaybın yoğunluğuna göre yas süreci çoğu zaman donuyor, adalet arayışı önceliklendiriliyor, zaman zaman üzüntü öfkeden ağır basıyor. Ama o mutlak acı hep tahtında oturup ona ilişkin devinimleri gözlemliyor. Çünkü Freud’un Yas ve Melankoli adlı makalesinde açıkladığı gibi, yas tutmak aslında kendimizle olan ilişkide çok önemli bir aşama; zira yas tutmayınca melankoliye sürüklenen insanın özne olarak yıkımına yol açıyor.

Babasını alçak bir saldırıda yitiren ve 11 yaşına dair anıları oyun parkı veya ailesiyle Renault 12’lerine atlayıp çıktıkları pikniklerden geriye kalan tozpembe fotoğraf kareleri olması gereken sevgili Özge Mumcu’nun o yaşına dair tek hatırası, 24 Ocak günü trafo patlamasına benzeyen, kulakları sağır edici, onu babasından ansızın koparan bir gürültü ve yas tutulan eve gelenlere ikram edilen limon kolonyası.

Ne de olsa politik psikolojinin dünya çapında saygın uzmanlarından Prof. Vamık Volkan’ın Kayıptan Sonra Yaşam kitabında belirttiği gibi, “yaslarımız, parmak izlerimiz kadar kişisel.” Volkan, yas tutmanın bir kayıp karşısında verdiğimiz psikolojik yanıt, iç dünyamız ile gerçeklik arasında uyum sağlamaya dönük bir uzlaşma arayışı olduğunu söyler.

Uğur Mumcu’ya dair yaşanan matem havası tüm ülke coğrafyasını öylesine çepeçevre sarmıştı ki, sömestr tatilinde haberi ilk aldığım anda anneanneme sarılıp ağladığımı anımsıyorum. Özge ile aynı yaştaydık ve yıllar sonra yollarımızın güzel rastlantılarla kesişeceğini bilemeden duygudaş olmuştuk. Çünkü kolektif yas ne zaman, ne de mekân tanıyor.

“Öldürülerek ölmek geride kalanlar için ağırdır” diyen Şengül Hablemitoğlu, yaşadıklarını kaleme aldığı Gri Kitap: Yolculuk kitabının ardından, yakın zamanda Yas: Uzun bir Veda ismiyle yeni bir kitap yayımladı ve yitip gidenin ardından “saygı duruşu” mahiyetindeki metninde kendi yas tanımını yaptı: “Yas, kaybettiğimiz sevdiklerimize içimizde bir yer açmaktır; onları içimize sığdırmak için kendimizi büyütmektir.”

Anımsamak, anmak, birkaç yüz karaktere veya yıllar sonra gündeme gelen bir Netflix dizisinin repliklerine sıkışmış suni sosyal medya duyarlılıklarının ötesine geçmek, güvercin tedirginliklerini yaşamaya devam edenleri korumak, kollamak, kolektif unutuşlarla yüzleşmek, kötülükleri olağanlaştırmamak, unutma ve yas arasındaki gerilimde vicdandan yana olmak hepsi aslında bu ebedi yas sürecimizin uzantıları… Çünkü biz halen Dink’le, Mumcu’yla, Elçi’yle ve daha nice aydınımızın, çocuğumuzun, gencimizin anılarıyla yan yana yürüyoruz.

Ve Aziz Nesin’in o güzel dizelerinde olduğu gibi, bazen insan öyle özleniyor ki özlenen bilse yokluğundan utanıyor…

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.