Cebinde çocuklar için çikolata taşır mısın?

Cebinde çikolata taşır, çocuklara dağıtırmış.
27 yaşında kazada ölen futbolcu Ahmet Çalık için, yetiştiği Gençlerbirliği’nin rakibi Ankaragücü de bir kampanya başlattı; çocuklara çikolata dağıtmak üzere.
Zincire başka kulüpler de katıldı.
Bu hoyrat günlerde, futbol üzerinden de olsa, bir dayanışma haberi ruhumuzu okşadı.

Öyle ya, çocukların cebindeki harçlığından, geleceğine dair umudundan çalınıp dururken, hiç olmazsa işte!

Onca insanın sevgisini, bağlılığını, yüksek sadakatini taşıyan kulüpler, “futbol hayattır” da diyenler, hayat üstüne neden kayıtsızdır genellikle?
“Güçlü kadro” kurmaya çalışmak ile güçlülere teslim olmak arasında…
“Kazanmaya çalışmak” ile hep kazananlara yapışmak arasında bir fark olamaz mı?

Türkiye futbol tarihinde elbette birçok insani eylem var.
Yardım kampanyaları, anmalar, önayak olmalar vb.
Ama ezilenlerden yana tavır meselesi açısından, VAR’a gitsen de, pozisyon inandırıcı değil!

Ankaragücü mesela, adının “darbeci Evren’in kayırdığı takım” olarak anılmasından sıyrılmak için yılları, üstelik çoğunu da bir alt ligde devirmek zorunda kaldı.

Fenerbahçe “kumpasçı, darbeci kurbanı” olarak isyan ettiğinde bile, “darbeci Evren” üyesi miydi, cenazesine saygılar mı sunuldu?
Kulübün Saracoğlu’na elbet saygısı ve vefa borcu vardı ama Saracoğlu’nun halka saygısının düzeyi hiç sorgulandı mı?

Galatasaray’da Susurlukçular ve diğerleri nasıl cirit atabildi?
Kulübün kurulduğu lisenin önünde, çoğu onların kurbanı olmuş evlatlarından bir kemiğin izini arayan anneler, o koskoca tarihin Batı’ya açılan penceresini neden hep kapalı buldu?

Beşiktaş, 27 Mayıs darbesi sonrası Cemal Gürsel Kupası’na, “Paşa”nın isim soyadının her harfinin tek tek yazılı olduğu ve 11 oyuncu yan yana dizilince Beşiktaş değil, “Cemal Gürsel” okunanı formayla çıkmak zorunda mıydı maça?

Siyah beyaz formalı Konyaspor, Sıkıyönetim Paşasının tehdidiyle teslim olan Yeşil Beyaz Konya İdman Yurdu’nu yutunca forma rengi değişmedi mi?

Elbette Çarşı’nın özel yerini, onunla buluşan Fenerbahçe ve Galatasaraylı taraftarları, Kâzım Koyuncu’nun Trabzonspor tribünlerindeki kardeşlerini, bir zamanlar Gaffar Okan köprüsüyle kardeş olan Sakaryaspor ve Diyarbakırsporluları biliyoruz.
Çanakkale ve İstiklal Savaşı cephelerine koşan futbolcuları da iyi biliyoruz.

Yurt demir ağlarla örüldü marşını söylerken, Adapazarı’ndan İstanbul’a, Eskişehir’den Konya’ya, Ankara’dan İzmir’e, Ceylanpınar’dan Nusaybin’e, işçi takımı Demirsporları biliyoruz.

Livorno ve Saint Pauli’nin yoldaşı olarak tarihe geçmiş olan, şimdi onlara yakın kalıp kalmadığını bilemediğim Adana Demirspor’a saygılar sunuyoruz.

Öyle ya…
İtalya’da Livorno, Almanya’da Hamburg’da Sankt Pauli. Faşizme, baskılara, ırkçılığa, istismara karşı tarih boyu direnen, “süper” denilen liglere çıkıp çıkıp düşseler de, gönüllerden düşmeyen iki kulüp.
Gönül derken, tabii Lazio’nun ırkçılarınınki değil!

Bu “işçi sınıfı” kökenli takımlar genellikle dok ve liman işçilerinin elleri üzerinde yükselmiş, ülkelerindeki faşizanlara, ırkçılara karşı hep ses vermiş, öyle sadece çimene diz çökerek değil, “politik tavır” da alarak tarihe yazılmış kulüpler.
İngiltere’de Liverpool ve kırmızı formalı nicesi gibi, İskoçya’da Celtic, İspanya’da kralcıların, Franco’nun elinde büyümüş Real Madrid ile yine sağ açıkta olan Atletico Madrid’e karşı Madrid’in futbol vicdanı olmuş Rayo Vallecano gibi.
Arjantin’de River Plate’in tepeden bakan seçkinlerine karşı “halkın takımı” Boca Juniors gibi.
İsrail’de Hapoel Tel Aviv, Belçika’da Standard Liege, Yunanistan’da İstanbul kökenli AEK, Brezilya’da Bahia gibi.

Elbette hiçbir kulübün taraftarları tek tip değil; olmasın da. Renklerle birleşenler onun dışında belki de birbirine öfkeli safların, sınıfların, çalımların, pasların, şutların çocukları.
Ama kulübün bir tarihi var.
Kulüplerin, yere düşen güçsüzlere de el uzatmak gibi bir “sportif ahlak”a dair kökleri de var.

Memleketimizde, olanca tevazuu, önce rakibe saygısı, futbola insani sevgisiyle birden tanıştığımız Önder Karaveli gibi “iyi insanlar”ı bile hazmedemeyip alay konusu yapmak isteyen gaddarlar futbol âlimi olabiliyor.
“Bankada çalışan kadınlar”ı aşağılayarak, yani hem kadın oldukları için, hem banka patronu değil sadece işçisi oldukları için maço kibirle, küstahlıkla aşağılayan biri, hem de pek tahsilli, Galatasaray’da yönetici olabiliyor.

Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen önce, İskoçya’nın yoksul bir maden kasabasında 10 çocuklu aileye doğan ve bir gün Liverpool’un efsanevi teknik direktörü olan Bill Shankly futbolu şöyle tarif etmiş:
“Herkes bir diğeri için çalışır… Herkes başarıyı paylaşır.”
1981’de ölen Shankly’e bir de sosyalizmi sormuşlar, nedir diye:
“Aynı şey, işte!” demiş.

Ahmet Çalık’ın hatırası için çocuklara çikolata dağıtmak çok güzel bir hareket gerçekten.
Çocukların hayran olduğu kulüplerin, futbol şöhretleri ve emekçilerinin; çocukların başına gelen diğer şeylere, onlardan çalınanlara da hassas olması hayaliyle!

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.